5 Ocak 2015 Pazartesi

Pet Shop Rezilliği...

Baştan uyarı: İçiniz kaldırmayacaksa okumayın!!

Bu Selanik Cd. tarafındaki pet shopların hepsi -kullandığım dil için özür dilerim ama- şerefsizin önde gideni. 3 tane pet shop var ama al birini vur ötekine... Dün arkadaşın hamsterına top bakmak için tek tek hepsine girdik ve her birinde ayrı ayrı içim acıdı.

Havyanlara bu kadar kötü bu kadar kayıtsız davranılır mı ya? Birinde alt katta ışıklar üzerine kapatılmış acı acı bağıran köpekler ve 2 aylık olmadığına nerdeyse emin olduğum ağlayan mini mini yavru terrier; diğerinde arka bacakları iki tarafa ayrık su içmek için ilerlemeyi bile başaramayan zavallı tavşan -ki baya acı çeker gibi gözüküyordu hareket ederken- ve son olarak da kafesin içinde kardeşlerinin yanında ölü hamster (ki biz çıkarken kafesteki diğer hamsterlar kemirmeye başlamıştı ölü olanı)... Her pet shop sahibini/çalışanını uyardık ve hiçbiri tınmadı bile, tavşan sakatlanmış diye uyarınca hadi arkadaşım kapatıyoruz diye "kibarca" dışarı atan mı istersin, annesi nerde bunun diye masumca soran arkadaşı "N'apıcan annesini?" diye tersleyen mi istersin yoksa kafeste ölü hamster var diyince mal mal suratımıza bakan mı, seç beğen al!

2011 yılında yayınlanan Ev ve Süs Hayvanları Yönetmeliği'ne göre;

-Satış yerinde gebe veya yeni doğum yapmış hayvanlar ile tüylenmemiş kanatlı yavruları ve iki aylıktan küçük kedi ve köpek yavrusu bulundurulamaz.

Satışını bırak o yavru köpeğin pet shopun yakınında bile bulunmaması gerekiyormuş yani!

-Hayvan satış yerlerindeki hayvanların türü, ırkı, yaşı ve diğer bilgilerini içeren etiketler hayvanın bulunduğu ünite ya da kafes üzerine asılır.

Kedi ve/veya köpek kafeslerinin üzerinde üç pet shopta da bilgi yazısı göremedim. Zaten o köpeğin -gerçekten- kaç aylık olduğunu yazamazlardı ya..

- İş yerlerinde hasta, yaralı veya sakat hayvanlar ayrı bir bölümde barındırılır.

Tavşanın sakat olduğunu biz söyleyene kadar fark etmeyip -ya da fark etmemiş gibi yapıp- sonra da yok bir şeyi diye geçiştirmelerinin yanı sıra, diğer tavşanlar tarafından da sürekli üzerine basıldığını söylemem gerek sanırım.

- İş yerinde ölen hayvanlar, işyeri veteriner hekimine bildirilir. Ölen hayvanlar tıbbi atık torbalarına konularak, uygun şartlarda muhafaza edilip, usulüne uygun şekilde bertaraf edilir.

Hamsterın hasta olduğunu anlayıp ayrı bir bölüme almış olmaları gerekirdi belki ama hadi gözden kaçırdılar diyelim. Öldüğünü söylediğimizde veterinere bildirmek ya da en azından kafesin içinden kaldırmak yerine hiçbir şey yokmuş gibi suratımıza bakmaları ve bu esnada diğer hamsterların ölmüş olanı kemiriyor olması... Tam bir rezalet!

Hayvanların satışı hakkında daha fazla bilgi isteyenler için:
Ev ve Süs Hayvanlarının Üretim, Satış, Barınma ve Eğitim Yerleri Hakkında Yönetmelik http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2011/10/20111008-4.htm

Eğer bütün pet shoplar böyleyse bundan sonra gitmiyorum ben pet shopa falan! Zaten kararlıydım alırsam barınaktan hayvan almaya, artık oyuncak almak için bile bir kuruşumu vermem böyle insanlara! Şikâyet etmek istiyorum ama doğruyu söylemek gerekirse korkuyorum bana da pet shoptaki hayvanlara davrandıkları gibi kayıtsız davranacaklar diye...

Neyse arkadaşlar, ben uyarımı yapayım, lütfen bahsi geçen pet shoplardan alışveriş yapmayın, böyle durumlarla karşılaşırsanız ve şikâyet edilebilecek bir merci biliyorsanız şikâyet edin ya da hiç olmazsa siz de başkalarına anlatın.

16 Kasım 2014 Pazar

Ortaya Karışık Bir Küçücük Masalcık - Part 1

Denizler kralı Poseidon ile Kurbağa Prens tavla oynuyorlarmış. Poseidon kurbağayı mars etmiş, kurbağa sinirlenmiş Poseidon'un karısına dil uzatmış. Bunun üzerine Poseidon da kurbağaya lanet etmiş, "Senin diline maruz kalan senden yirmi bin fersah uzak olsun!" demiş.

Gel zaman git zaman kurbağanın karşısına denizkızı Aurora çıkmış. Çapkın kurbağa, taş gibi hatunu görünce abayı yakmış. Türlü türlü dil dökmüş, "Gel yarim ol prensesim ol" demiş, Aurora tava gelmiş. Çapkın prens Aurora'yı öpünce kız kendini yeryüzünde buluvermiş!

İnsana dönüşen denizkızı, bir yerlerden çul çaput aşırıp en yakın şehre gelmiş. Şehirde çığırtkanlar "Prens Yakışıklı'nın balosuna tüm genç kızlar davetlidir!" diye bağırmaktaymış, Aurora bunu duyup üstüne alınmış, baloya gitmeye kalkışmış. Balo için elbise ararken yaşlı bir kadından bedavaya ipek bir kumaş almış, hemen beline dolamış. Ama o da ne? Kuşak Aurora'yı sıkmış sıkmış nefessiz bırakmış! Aurora'nın gözleri kararmış, yolunu kaybetmiş. Yanlışlıkla ormana girip, orda kendinden geçmiş.

Ormanda Aurora'yı bulan yedi cüceler, kuşağı hemen kesmişler. "Evde bir kızla zor başa çıkıyoruz, ikincisini kaldıramam!" diyen somurtkanı dinleyip kızı yalnız yaşayan Çirkin'in şatosunun kapısına bırakmışlar, ordan hemen kaçmışlar.

Aurora kapıda uyanmış, nerede olduğunu anlamamış. Etrafı gezmeye karar vermiş, şatonun bahçesine girmiş. Bahçede bir delik varmış, delikten bir tavşan çıkmış. Tavşan "Ben çok açım!" demiş, Aurora'nın eteğini kemirmiş. Ne yapsak tavşanı doyursak derken Aurora bahçedeki fasulye sırığını fark etmiş. Arşa değen fasulye sırığı tam da mevsimindeymiş.

Denizkızı sırığa tırmanmış, bolca fasulye toplamış. O fasulye toplarken, tavşan şatonun açık camından içeri zıplamış. Aurora aşağı inmiş, tavşan kapıyı açmış. Koridorun sonunda şatonun mutfağı varmış. Mutfakta bir kapı daha varmış, ama bu kapı ufacıkmış. Kız kapıya bakarken fasulyeler dökülmüş, eğilip toplayım derken bakmış ki hepsi büzüşmüş!

Aurora büzüşük fasulyelerle kuru fasulye pişirmiş, ikisi de oturmuş yemiş. Tavşanın karnı doymuş, artık çok mutlu olmuş. Ama birden saate bakmış, "Çok geç kaldım!" diye bağırmış. Aurora tam "Neye?" diye soracakken tavşan minik kapıdan kaçmış.

Yemeği de yiyince bir uyku bastırmış. Denizkızı yatak aranmış, meğer en üst kattaymış. Koskocaman şatoda tüm merdivenleri çıkmış, sonunda yatağı bulunca hemen üstüne atlamış. Hiçbir yana bakmamış, anında uyuyakalmış.

--- Devam Edecek ---


Not: Çocuk masalı değildir.
Not 2: Olaylar bizzat tarafımdan uydurma, isimler farklı masallardan toplamadır.


10 Eylül 2010 Cuma

Tekno Kopuş

Bir aya yakın süredir tarifem iptal olduğu için kimseyi arayamıyorum. Gerçi tarifem varken de pek kimseyle konuştuğum yoktu ya... Bütün arkadaşlarım farklı gsm operatörlerine bağlı oldukları için birbirimizi arayamıyoruz. Mesaj atalım desek, kendi operatörlerindekilerle 3000 mesaj hakkı olanlar farklı operatörlerle en aşağı 30 kuruşa mesajlaşıyor; bedavadan bol mesaj atmaya alışan gençlik de diğer operatörlere yüz vermiyor.

Bu durum beni yıllar öncesine götürdü. İlkokula giderken oturduğum mahallede yaşıtım kimse yoktu. Bu yüzden okuldan gelir gelmez daha üstümü bile değişmeden geçer telefonun başına arkadaşlarımı arardım. O zamanlar internet yoktu, bilgisayarlar 4 ram ile çalışıyordu, zaten bilgisayarım da yoktu... Dolayısıyla yapacak en iyi şey konuşmaktı. Telefonumuz evin kapısının hemen karşısındaydı. Telefon kablolu olduğu için saatlerce o telefonun başında ayakta dururdum, bazen dayanamaz mutfaktan sandalye alır telefonun önüne koyardım. Boş vakitlerim arkadaşlarımla konuşmakla geçerdi. Biriyle kapatır öbürünü arardım. Cep telefonu yo
ktu, kontör derdi yoktu, şehir içi konuşmak ucuzdu. Umut'la müzikten, Özge'yle ailesinden, Tuğçe'yle hoşlandığım çocuktan, Gizem'le danstan bahsederdik sıkılmadan. Düşünüyorum şimdi, o zamandan bu yana teknoloji ne kadar gelişti... Cep telefonları, internet, wii v.b. daha birçok yenilik var elimizin altında. Fakat bunların çoğu artık ilk çıktıkları amaçtan farklı bir amaç edindiler kendilerine.
Çağ olarak sosyal anlamda bir gerileme yaşıyoruz. Anlık ileti programları aracılığıyla sosyalleşiyoruz, birbirimizi ancak web kameralarla, 3G'lerle görüyoruz. Gerçek kahkahalarımızın yerini "emoticon" aldı. Teknoloji dediğimiz şey insan hayatını kolaylaştırmak amaçlı geliştirilen araçların bilgisi değil midir? O zaman düşünmek gerekiyor. Neden artık çocuklar sokakta oynamak yerine odalarına kapanıyor? Neden birbirini özleyen insanlar kontörüm gitmesin diye aramayı bırak zar zor mesaj atıyor? Bunlar ilerileme midir yoksa gerileme mi? Çocuklar dışarıda top oynamak yerine evde MMORPG (Massively Multiplayer Online Role Playing Game) oynamayı tercih ediyorlar. Neden? Çünkü gelişmiş teknolojinin yüksek çözünürlü canavarlarıyla basit bir top karşılaştırılamaz. Belki de bu durum sadece çağa ayak uydurmakla alakalıdır. Sonuçta telefon çıktığında mektuplar; kısa mesaj çıktığında aramak; internet çıktığında ise anlık iletiler hep bir öncekinin yerini aldılar ve hep bir önceki nesil tarafından eleştirildiler. Bu eleştiriler haksız olabilir. Çünkü eleştirilmesi gereken şey iletişimin şekli değil, yeterliliği olmalı.

Şu an o kadar teknoloji etrafımızı sardığı hâlde iletişimde bir kopukluk yaşıyoruz. Birbirimizi internet üzerinden tanımaya çalışıyoruz ama karşı karşıya geldiğimizde ne söyleyeceğimizi bilmiyoruz. "Akşam internette konuşuruz," diyoruz birbirimizi aramak yerine. Neden? Çünkü kendi dünyamızdayken, karşımızda o kişi yokken, söyleyeceğimiz şeye karar vermek daha kolay geliyor. Bir cümle yazmak için bin kere silip baştan başlayabiliyoruz. Ben buna iletişim diyemiyorum, olsa olsa "sözde iletişim" diyebilirim. Çünkü
ne yazarsak yazalım aslında hâlâ kendi dünyamızdayız. Karşıdakine asıl benliğimizi göstermemek için o kadar çok yolumuz var ki! Ufak bir örnek vermek gerekirse: Birine kızdığınız hâlde özenle yazdığınız mutluymuşsunuz gibi gösteren cümleye bir gülen surat eklediğinizde karşınızdakinin yalanınızı anlama şansı neredeyse yok. Acaba bu yüzden midir ki internet üzerinden tanışan çoğu insan gerçek dünyada karşılaştıklarında "bu o kişi olamaz" diye düşünüyor?

İnternet üzerinden ya da mesaj atmak suretiyle iletişime karşı olduğum düşünülmesin sakın. Tam tersine, asosyalliğimden nefret ediyorum ve her türlü sosyalleşme metoduna açığım. Fakat ben "sözde iletişim"e karşıyım. İnsanlara kendini yanlış tanıtmak ya da aksine "Nasılsa beni görmüyorlar" diye aklından her geçeni paylaşmak karşı taraf ile bir güven ortamı kurmayı engelliyor. İletişim -en azından belirli ölçülerde- güvene dayalıdır. Teknolojinin arkasına sığınarak sosyalleşmeye çalışmak ise bence bariz bir gerilemedir. Ama başka şansımız var mı? 3 farklı operatör mu kullanalım birilerini arayacağız diye? Önümüzde sadece internet gerektiren anlık ileti programları ya da internetten görüntülü konuşabilme şansımız varken ne gerek var değil mi? O güven ortamını oluşturduktan sonra nerede nasıl olursa olsun teknoloji iletişimin amacı olmaktan çıkıp araç hâline gelecektir. Sanırım benim de biraz bu konunun üzerine düşüp teknolojinin nimetlerinden yararlanarak arkadaşlarıma dönüş yapmam lazım...

24 Şubat 2010 Çarşamba

N'avihontas

Bir film düşünün ki yeni bir dünya bulunmuş olsun. O dünyada vahşiler kendi doğal hayatlarında kavrulup giderken silahlarıyla, makineleriyle "modern" insanlar gelip onların hayatını değiştirmeye kalksın. Bu insanlardan biri de gelip o vahşilerin şefinin kızına tutulsun, onların hayatının ne kadar doğayla iç içe olduğunu görsün sonunda da onlardan yana dönsün. Tanıdınız mı? Avatar mı dediniz? Bilemediniz. Anlattığım güzel hikâye çocukken Pocahontas adındaki güzel mi güzel çizgi filme ait. Dünyayı kasıp kavuran Avatar filmi "senaryosuyla olay yarattı" başlıklı haberlerle gündemden inmedi. En sonunda fırsat bulup izlediğimde ise tam bir hayal kırıklığı oldu. Görsel efektler açısından harika bir şölen olsa da, 3 boyutlu izlemek filme ayrı bir hava kattıysa da yapılan şey yıllar öncesinin ünlü senaryosunu alıp geleceğe uyarlamaktan ileri gitmemiş. Güzelim söğüt nine bile "atalarımızın ruhunun içinde olduğu ağaç" adıyla -amma da uzun isim koymuşlar ağaca yahu- filmin içine bir yerlere sıkıştırılmış. Ayrıca savaşta o kadar ölenden yaralıdan sonra yas tutacaklarına kalanların "heyya huyya hüyt hüyt" diye adamı N'avi vücuduna koymaya uğraşmaları da açıkçası zorlamaydı. Herkes sevdi diye muhalefet yapmıyorum. Bu kadar eleştirmeme rağmen filmi ben de beğendim. Tek dediğim ise şu: Ben bu filmi daha önce izledim...

31 Aralık 2009 Perşembe

Eski Yıl Sona Erdi, Yepyeni Bir Yıl Geldi

Bugün 2009'un son günü. Bu sene içinde başıma gelmeyen kalmadı herhalde... Evimden ayrıldım, öğrenci evinde kalmanın kıyısına geldim, babamdan ayrıldım, okulum uzadıkça uzadı... Bütün bunları geride bırakıyorum, dememi bekliyorsunuz değil mi? Hayır efendim, demeyeceğim, çünkü yılın değişmesi hayatın değişmesi demek değildir. Yeni yılın gelmesi sadece 09'dan 10'a geçmektir. Geri kalanlar ise bizim ona atfettiklerimizdir. Bazısı yeni yılda sigarayı bırakmaya karar verir, bazısı daha çok çalışmaya, bazısı yeni yılda şansının döneceğine inanır... Benim yeni yıla atfettiğim tek şey ise sevdiklerimle bir arada bulunabilme şansıdır. Sonraki gün her şey kaldığı yerden devam eder hiçbir şey olmamış gibi. Zaten yeni yılı diğer milletlerden topladığımız geleneklerle kutladığımız da bir gerçek. Şükran Günü'nden hindiyi, Noel'den çam ağacını, hediyeleri ve Noel Baba'yı; Cadılar Bayramı'ndan maskeleri almış da hepsini yeni yılda aradan çıkartmışız gibi hissediyorum. Bugün geçecek, ben yine ödev ve finallerin stresine gireceğim. Fakat bugünün tadını olabildiğince çıkartacağım. Sonuç olarak demek istediğim şey şu: Hepinizin yeni yılı kutlu olsun! :)

26 Ekim 2009 Pazartesi

Televizyon Canavarı

Konumuz medya. Son Burger King reklamlarından sonra televizyon sektörünün zıvanadan çıktığına karar verdim. Her kanalda dolaşan birbirinden saçma diziler, evlendirme programları yetmiyormuş gibi başımıza bir de kendilerini herkesten üstün gören acayip varlıkları, "üstün zekâlı" sarışınları çıkardılar başımıza. Nedir bu Ajdarlardan, Esra&Ceyda kardeşlerden, uçan adamdan ondan bundan çektiğimiz? Bu insanları neden çekiyoruz, neden "topluma örnek olunması gereken" televizyona çıkarıyoruz? Birisi lütfen bunu bana açıklasın. Tek yaptığımız başkalarının aptallıklarıyla eğlenmek ve bu yolla kendimizi daha zeki zannetmek. Ama değiliz! Bu insanları izlerken onlardan daha iyi değiliz! Sadece biz aptallıklarımızı televizyonda göstermiyoruz, o kadar... Ve hatırlatmak isterim ki onlar bu "aptallıklarıyla" para kazanıyorlar; bizim ise onları izlerken elektrik faturamız kabarıyor.
Yanlış anlaşılmasın lütfen, bunları görünce gülmeyin demiyorum. Gülün ve geçin diyorum. İzlemeye devam etmek onların ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramayacaktır çünkü. Bunu biliyorsanız izlemek ya da izlememek size kalmış. Sonuçta ben bu yazıyı yazarak aptallıkların büyük maharet gibi televizyonda gösterilmesini, engelleyemem. Önemli olan siz ufacık okur kitleme ulaşabilmem.
İnsanların özel hayatlarını onlara zarar verecek kadar içine girerek ortaya koyan, bardan sarhoş çıkan ünlüleri mimleyen -ki herhalde bara gidip meyve suyu içmelerini bekliyordu insanlar bu ünlülerin-, onu bunu saçma sapan "şu sizin için böyle dedi ne diyorsunuz?"larla doldurup durduk yere tartışma çıkartan ve bizlere de bunu çok matah bir şeymiş gibi sunan medyaya karşıyım. Evet basın yayın özgürlüğünden yanayım ama bunun bir sınırı olmalı. Sarhoş insanları röportaj vermeye zorlayıp dövülen paparazzilerin "basına saldırı!" feryatlarını dinlemek yerine yapabileceğimiz çok daha yararlı ve eğlenceli bir şeyler olduğuna eminim. Hadi siz düşünedurun ben de gidip biraz dizi izliyeyim sonra da çikita muz dinleyeyim...

14 Ekim 2009 Çarşamba

Bir Elmanın Hayatı

Öncelikle Puçi için ilettiğiniz taziyeler için teşekkür ederim. Okulum sonunda açıldı. Her sene olduğu gibi yine şimdiden strese girdim. Alınacak dersler, bırakılacak dersler, ödevler, mezuniyet ve tabi ki olmazsa olmaz sınavlar. Beklenilenin aksine bu konulara girmemin sebebi şikayet etmek değil. Sınavlardan konuşmak istiyorum biraz sadece.Sınavlar hepimizin hayatında önemli yer tutuyor. Kimilerine göre "hayatın kendisi bir sınav" imiş aslında... Bu sınavların öncesinde ve sonrasında yarattığı stres herkes tarafından kabul edilir herhalde. Ben ise ne sınavlara çalışırken yaşanılan stresten, ne sonrasında alınan notu bekleme derdinden bahsedeceğim. Konuşmak istediğim şey sınav zamanının ta kendisi.
Büyük çoğunluğun farkına varmadığı bir yanı var sınavların; sınav zamanı insanların kendileriyle başbaşa kalabildiği ve kimsenin rahatsız edemeyeceği nadir anlardan biridir. Yanındakiyle konuşmak yasaktır. Gözetmenler veya öğretmenler sadece kopya çekilmemesini sağlamak ve sınavın biteceği zamanı hatırlatmak için oradadır, yani sizinle bir alakaları yoktur. Peki bu sınav süresinde neler olur? Eğer cevapları biliyorsanız zamanınızın büyük bir kısmı ya da hepsi bunları yazmaya gider. Bu işin bilinen yanı. Peki ya yazmayı bitirse de çıkması yasak olanlar? Ya da cevapları bilmeyenler? Bazıları bu kendi ile baş başa kalma anını hiç yaşamamış olabilirler. Fakat ben hiçbir zaman onlardan biri olamadım. Ya erkenden bitirdim sınavımı ya da zaten cevapları bilmiyordum. Bu yüzden de zamanımı geçirmek için türlü türlü yöntemler denedim. En çok kullandığım yöntem alacağım notu hesaplamaya çalışmaktır. İlk önce soruların cevabını ne kadar iyi verdiğimi tartıp hocanın gözünden ve kendi gözümden en düşük ile en yüksek notları belirlerim. Sonra bu notları 100lük, 25lik, harf sistemlerine göre ayırırım. Doğal olarak ne kadar az şey biliyorsam bu iş o kadar kısa sürer...
Öğrenciler sınav sırasında kendi başlarına kaldıklarını anlamazlar genelde. Eğer anlayacak olurlarsa hafif bir buhran geçirirler. "Kaç dakika kaldı?" "Öff.. Ne yapsam ki?" düşünceleri, sıranın üzerine bir şeyler çiziktirmeler bunun belirtileridir. Ben bu boş zamanı değerlendirmekten yanayım. İddia ediyorum, hayatın anlamını sınav boşluklarında bulabiliriz! Şaka tabi ki... Ama ıvır zıvırla vakit öldürme çabamız yerine gerçekten düşünmek için harcayabiliriz bu zamanı. Kendimize yönelip hayatımızı, çevremizdekileri düşünmek zor değil aslında bu süre içinde. Hem inanın ki bu düşüncelerle boğuşurken zaman daha çabuk geçecektir. Günlük olaylar değil de daha geniş bir çerçeveden bakmayı deneyin. Geleceğinizi düşünün, dostlarınızı düşmanlarınızı değerlendirin, hayaller kurun... Şimdi böyle bol keseden atıp tutuyorsun ama kendin farklı mısın diyebilirsiniz, haklısınız... Ben zamanımı hayal kurarak geçirmeyi yeğliyorum. Kanıt olarak da size ortaokul zamanında kompozisyon sınavından kalan sürede zaman geçirmek için yazdığım kompozisyonu sunuyorum ve iyi okumalar diyerek blogumu burada noktalıyorum.



-Bir Elmanın Hayatı-

Yalnızlık gibisini gördünüz mü? Her daim hayatın bir parçasıdır. Her an yanınızda hissedebilirsiniz. Dünya bu kadar kalabalık iken böylesine yalnız olmak, koskocaman bir ağaçta tek bir meyve olmak gibidir. Güzel, kırmızı, sulu bir elma iken, bunu fark eden hiç kimsenin olmaması ve bütün diğer ağaçların size katılarak gülmesi; çınar, palamut, gürgen, çam... Ve bazen bu yalnızlıktan, içinize giren bir kurtçuğa bile açılma isteği... Bu kadar ağacın içinde bir kurtçuğa muhtaç olmak… Bu yüzden mi mutsuzsunuz? Bütün orman sustuğu vakit ise haykırmak isteyip, sesinizi duyuramadığınız o an, yıkıldığınız an. İçinizdeki her şeyin yok olduğunu hissediyorsunuz değil mi? Ama yanılıyorsunuz. Hayat aslında yeni başlıyor. Kendinize güvenin ve nasıl bir elma olduğunuzu umursamayın; çürük, kurtlu, kırmızı veya yeşil, ne fark eder? Siz bu ormanın bir parçasısınız. Duygularınız her zaman sizinle, öğrenecek daha kim bilir ne çok şeyiniz var. Elbet bu orman içinde aynı duyguları hisseden tek kişi siz değilsiniz. Diğer elmayı bulun ve bu mutsuzluktan, bu yalnızlıktan kurtulun. Hayata yeniden başlayın!