31 Aralık 2009 Perşembe

Eski Yıl Sona Erdi, Yepyeni Bir Yıl Geldi

Bugün 2009'un son günü. Bu sene içinde başıma gelmeyen kalmadı herhalde... Evimden ayrıldım, öğrenci evinde kalmanın kıyısına geldim, babamdan ayrıldım, okulum uzadıkça uzadı... Bütün bunları geride bırakıyorum, dememi bekliyorsunuz değil mi? Hayır efendim, demeyeceğim, çünkü yılın değişmesi hayatın değişmesi demek değildir. Yeni yılın gelmesi sadece 09'dan 10'a geçmektir. Geri kalanlar ise bizim ona atfettiklerimizdir. Bazısı yeni yılda sigarayı bırakmaya karar verir, bazısı daha çok çalışmaya, bazısı yeni yılda şansının döneceğine inanır... Benim yeni yıla atfettiğim tek şey ise sevdiklerimle bir arada bulunabilme şansıdır. Sonraki gün her şey kaldığı yerden devam eder hiçbir şey olmamış gibi. Zaten yeni yılı diğer milletlerden topladığımız geleneklerle kutladığımız da bir gerçek. Şükran Günü'nden hindiyi, Noel'den çam ağacını, hediyeleri ve Noel Baba'yı; Cadılar Bayramı'ndan maskeleri almış da hepsini yeni yılda aradan çıkartmışız gibi hissediyorum. Bugün geçecek, ben yine ödev ve finallerin stresine gireceğim. Fakat bugünün tadını olabildiğince çıkartacağım. Sonuç olarak demek istediğim şey şu: Hepinizin yeni yılı kutlu olsun! :)

26 Ekim 2009 Pazartesi

Televizyon Canavarı

Konumuz medya. Son Burger King reklamlarından sonra televizyon sektörünün zıvanadan çıktığına karar verdim. Her kanalda dolaşan birbirinden saçma diziler, evlendirme programları yetmiyormuş gibi başımıza bir de kendilerini herkesten üstün gören acayip varlıkları, "üstün zekâlı" sarışınları çıkardılar başımıza. Nedir bu Ajdarlardan, Esra&Ceyda kardeşlerden, uçan adamdan ondan bundan çektiğimiz? Bu insanları neden çekiyoruz, neden "topluma örnek olunması gereken" televizyona çıkarıyoruz? Birisi lütfen bunu bana açıklasın. Tek yaptığımız başkalarının aptallıklarıyla eğlenmek ve bu yolla kendimizi daha zeki zannetmek. Ama değiliz! Bu insanları izlerken onlardan daha iyi değiliz! Sadece biz aptallıklarımızı televizyonda göstermiyoruz, o kadar... Ve hatırlatmak isterim ki onlar bu "aptallıklarıyla" para kazanıyorlar; bizim ise onları izlerken elektrik faturamız kabarıyor.
Yanlış anlaşılmasın lütfen, bunları görünce gülmeyin demiyorum. Gülün ve geçin diyorum. İzlemeye devam etmek onların ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramayacaktır çünkü. Bunu biliyorsanız izlemek ya da izlememek size kalmış. Sonuçta ben bu yazıyı yazarak aptallıkların büyük maharet gibi televizyonda gösterilmesini, engelleyemem. Önemli olan siz ufacık okur kitleme ulaşabilmem.
İnsanların özel hayatlarını onlara zarar verecek kadar içine girerek ortaya koyan, bardan sarhoş çıkan ünlüleri mimleyen -ki herhalde bara gidip meyve suyu içmelerini bekliyordu insanlar bu ünlülerin-, onu bunu saçma sapan "şu sizin için böyle dedi ne diyorsunuz?"larla doldurup durduk yere tartışma çıkartan ve bizlere de bunu çok matah bir şeymiş gibi sunan medyaya karşıyım. Evet basın yayın özgürlüğünden yanayım ama bunun bir sınırı olmalı. Sarhoş insanları röportaj vermeye zorlayıp dövülen paparazzilerin "basına saldırı!" feryatlarını dinlemek yerine yapabileceğimiz çok daha yararlı ve eğlenceli bir şeyler olduğuna eminim. Hadi siz düşünedurun ben de gidip biraz dizi izliyeyim sonra da çikita muz dinleyeyim...

14 Ekim 2009 Çarşamba

Bir Elmanın Hayatı

Öncelikle Puçi için ilettiğiniz taziyeler için teşekkür ederim. Okulum sonunda açıldı. Her sene olduğu gibi yine şimdiden strese girdim. Alınacak dersler, bırakılacak dersler, ödevler, mezuniyet ve tabi ki olmazsa olmaz sınavlar. Beklenilenin aksine bu konulara girmemin sebebi şikayet etmek değil. Sınavlardan konuşmak istiyorum biraz sadece.Sınavlar hepimizin hayatında önemli yer tutuyor. Kimilerine göre "hayatın kendisi bir sınav" imiş aslında... Bu sınavların öncesinde ve sonrasında yarattığı stres herkes tarafından kabul edilir herhalde. Ben ise ne sınavlara çalışırken yaşanılan stresten, ne sonrasında alınan notu bekleme derdinden bahsedeceğim. Konuşmak istediğim şey sınav zamanının ta kendisi.
Büyük çoğunluğun farkına varmadığı bir yanı var sınavların; sınav zamanı insanların kendileriyle başbaşa kalabildiği ve kimsenin rahatsız edemeyeceği nadir anlardan biridir. Yanındakiyle konuşmak yasaktır. Gözetmenler veya öğretmenler sadece kopya çekilmemesini sağlamak ve sınavın biteceği zamanı hatırlatmak için oradadır, yani sizinle bir alakaları yoktur. Peki bu sınav süresinde neler olur? Eğer cevapları biliyorsanız zamanınızın büyük bir kısmı ya da hepsi bunları yazmaya gider. Bu işin bilinen yanı. Peki ya yazmayı bitirse de çıkması yasak olanlar? Ya da cevapları bilmeyenler? Bazıları bu kendi ile baş başa kalma anını hiç yaşamamış olabilirler. Fakat ben hiçbir zaman onlardan biri olamadım. Ya erkenden bitirdim sınavımı ya da zaten cevapları bilmiyordum. Bu yüzden de zamanımı geçirmek için türlü türlü yöntemler denedim. En çok kullandığım yöntem alacağım notu hesaplamaya çalışmaktır. İlk önce soruların cevabını ne kadar iyi verdiğimi tartıp hocanın gözünden ve kendi gözümden en düşük ile en yüksek notları belirlerim. Sonra bu notları 100lük, 25lik, harf sistemlerine göre ayırırım. Doğal olarak ne kadar az şey biliyorsam bu iş o kadar kısa sürer...
Öğrenciler sınav sırasında kendi başlarına kaldıklarını anlamazlar genelde. Eğer anlayacak olurlarsa hafif bir buhran geçirirler. "Kaç dakika kaldı?" "Öff.. Ne yapsam ki?" düşünceleri, sıranın üzerine bir şeyler çiziktirmeler bunun belirtileridir. Ben bu boş zamanı değerlendirmekten yanayım. İddia ediyorum, hayatın anlamını sınav boşluklarında bulabiliriz! Şaka tabi ki... Ama ıvır zıvırla vakit öldürme çabamız yerine gerçekten düşünmek için harcayabiliriz bu zamanı. Kendimize yönelip hayatımızı, çevremizdekileri düşünmek zor değil aslında bu süre içinde. Hem inanın ki bu düşüncelerle boğuşurken zaman daha çabuk geçecektir. Günlük olaylar değil de daha geniş bir çerçeveden bakmayı deneyin. Geleceğinizi düşünün, dostlarınızı düşmanlarınızı değerlendirin, hayaller kurun... Şimdi böyle bol keseden atıp tutuyorsun ama kendin farklı mısın diyebilirsiniz, haklısınız... Ben zamanımı hayal kurarak geçirmeyi yeğliyorum. Kanıt olarak da size ortaokul zamanında kompozisyon sınavından kalan sürede zaman geçirmek için yazdığım kompozisyonu sunuyorum ve iyi okumalar diyerek blogumu burada noktalıyorum.



-Bir Elmanın Hayatı-

Yalnızlık gibisini gördünüz mü? Her daim hayatın bir parçasıdır. Her an yanınızda hissedebilirsiniz. Dünya bu kadar kalabalık iken böylesine yalnız olmak, koskocaman bir ağaçta tek bir meyve olmak gibidir. Güzel, kırmızı, sulu bir elma iken, bunu fark eden hiç kimsenin olmaması ve bütün diğer ağaçların size katılarak gülmesi; çınar, palamut, gürgen, çam... Ve bazen bu yalnızlıktan, içinize giren bir kurtçuğa bile açılma isteği... Bu kadar ağacın içinde bir kurtçuğa muhtaç olmak… Bu yüzden mi mutsuzsunuz? Bütün orman sustuğu vakit ise haykırmak isteyip, sesinizi duyuramadığınız o an, yıkıldığınız an. İçinizdeki her şeyin yok olduğunu hissediyorsunuz değil mi? Ama yanılıyorsunuz. Hayat aslında yeni başlıyor. Kendinize güvenin ve nasıl bir elma olduğunuzu umursamayın; çürük, kurtlu, kırmızı veya yeşil, ne fark eder? Siz bu ormanın bir parçasısınız. Duygularınız her zaman sizinle, öğrenecek daha kim bilir ne çok şeyiniz var. Elbet bu orman içinde aynı duyguları hisseden tek kişi siz değilsiniz. Diğer elmayı bulun ve bu mutsuzluktan, bu yalnızlıktan kurtulun. Hayata yeniden başlayın!




24 Eylül 2009 Perşembe

Bu Bir Ölüm İlanıdır

Seninle daha minnacıkken tanıştım. İlk gördüğümde bir o yana bir bu yana koşuşturuyordun. Gördüklerimin arasında en zıpırı en heyecanlısıydın. "İşte bu olmalı" diye düşünmüştüm. Belki benim olmadın hiç ama ben seni benimmişsin gibi sevdim hep. Fakat sen herkesten, her şeyden kaçtın hayatın boyunca... Kimsenin sözünü dinlemedin, dört duvar arasında durmak istemedin. Hapisteydin belki de... Bu hapisten defalarca kaçmayı başardın ve her seferinde başladığın yere geri döndün. Dönmek zorundaydın, o kocaman dünyada tek başına nasıl yaşayabilirdin ki? Sana tanınan özgürlükler hiçbir zaman yeterli gelmedi, kalıbına sığamadın. Ben senin bu yanını çok sevmiştim... Ufacık bir delikten kafanı uzattığında, yanaklarını yemekle tıka basa doldurduğunda, cambaz gibi ordan oraya atladığında hep "iyi ki varsın" demiştim içimden. Ama artık yoksun. Öldüğünde yanına olamadım, halbuki hissetmiştim sonun yaklaştığını. Gözlerinden belliydi, yorulmuştun artık. Biliyorum çok yaşlıydın, her an olabilirdi ama ben yanında olmak isterdim, sana güç vermek isterdim. Sonunda amacına ulaştın, bu dünyadan kaçtın belki ama... O ufacık ellerinin izi içimde kalacak. Seni özleyeceğim yumuşacık tüylü minik arkadaşım. Huzur içinde yat Puçi...


27 Ağustos 2009 Perşembe

Dorama Doğrama

İstek üzerine bu sefer de sevdiğim bir şeyler üzerine yazıyorum bakalım nasıl olacak. Son zamanlarda Japon dizilerine merak saldım. Şirin Japoncuklar drama diyemediklerinden dolayı dizilere dorama diyorlar. J-drama diye arayınca da her yerde bu diziler karşınıza çıkıyor. Genelde mangalardan (bilmeyenler için açıklayayım, manga japonların çizgi romanlara verdikleri isim) doğranarak uyarlandıkları için bu ad pek bir uygun geldi bana. Tam tamına 150 bölüm dorama izledikten sonra izlenimlerimi buraya yazmam gerektiğini düşündüm. Genel olarak baktığımda ilk önce eski Türk filmlerindeki özellikleri görüyorum, hani şu meşhur Türkan Şoray kuralları: sevişmem, öpüşmem, soyunmam... Sarılmak, el ele tutuşmak bile çok büyük olaylar onlar için. Öpüşme sahneleri varsa bile çoğunlukla erkek öperken kız dudakları sımsıkı kapalı bir şekilde duruyor ve karşılık vermiyor. Neyse bu konuya fazla takılmayayım. Gerçekten kaliteli yapımlar da var, saçmalığından yarısında kapattıklarım da... Bilmeyerek genelde en popüler ve kaliteli yapımları seçmişim yüzlerce dizinin içinde, dolayısıyla eleştiri maiyetinde söyleyebileceğim fazla bir şey yok elimde. Anime (kısaca Japon animasyonu) izler gibi hissettim kendimi hep. Davranışları, görünüşleri, konuşmaları ile animeden neredeyse hiç farkları yok. Kendi hayatlarını ve kültürlerini animelere ne kadar güzel aktardıklarını düşünmeden edemiyorum bu yüzden.
Çoğunlukla konu olarak gerçek hayatın biraz dışına çıkmıştı izlediklerim, bir Yakuza ailesinin vârisi olan kadının öğretmenlik tutkusu, hayranı olduğu çocuğa yakın olmak için Amerika'dan Japonya'ya gelip onun bulunduğu erkek lisesine -erkek kılığına girip- kaydolan kız, aşık olduğu kızın başkasıyla evlendiğini izlerken bir peri(?) yardımıyla geçmişe dönüp kızı kendine aşık etmeye çalışan çocuk v.b... Konuları ilk başta saçma gibi gelse de izlerken içindeymiş gibi hissettim, onlarla gülüp onlarla üzüldüm. Uyumadan önce "acaba ne olacak" diye kafamda senaryolar ürettim.
Bu arada Japonların dedektiflik konusunu ne kadar çok sevdiğini farkettim. J-Dramalara baktığım zaman dedektiflik ve gizem konuları içerenlerin hep sevilenler olduğunu gördüm. Ben daha çok romantik komedi insanıyım dolayısıyla tercihlerimi o yönde kullandım. Gençlerin olay çözdüğü bir tane dorama izlemeye çalıştım ama ilk bölümü zar zor bitirebildim, biraz çocukça geldiği için sıkıldım ve açıkçası saçma buldum (merak eden varsa, adı Yukan Club). Bir başka saçma bulduğum dorama ise içinde Hint tanrısı Ganeşa'nın bir kıza aşk sorunlarında yardım etmeye çalışması üzerineydi. Kendilerinin olmayan bir kültür Japonların üzerinde emanet duruyor.
Bir de uzun zamandır ilk defa bir ünlüye hayran oldum, oynadığı bütün doramaları izleme isteği duyuyorum ama çok az yerde oynamış ne yazık ki (adını vermeyeceğim). Aklıma takılan son şey ise Japonların kaç yaşında olduklarını anlamanın gerçekten çok zor olduğu... 14-22 yaş arasında oldukları sürece tam yaşını kestirmeniz imkânsız gibi bir şey. Yeni başladığım doramadaki başrol oyuncusu 20 falandır herhalde diye düşünürken 94 doğumlu öğrenmem de ufak atmayı öğrenemeyen bana kapak oldu Erdem'in deyişiyle. Bu seferlik de bu kadar olsun, gelecek sefere daha dişe dokunur bir şeyler yazmaya çalışacağım kusura bakmayın! :)

23 Temmuz 2009 Perşembe

Din-siz? -Part II-

Bir önceki yazımda dağıtılan anketten yakınmıştım. Bu sefer ise hocanın bazı düşüncelerinin bana ne kadar yanlış geldiğini anlatmak istiyorum.
Dünkü derste hoca bize ahlâkın dinden kaynaklandığını söyledi. "Karşınızdakine bakıyorsunuz yalan söylemiyor, aldatmıyor, adam öldürmüyor. E bunların hepsi zaten dinde var? O kişiye dinsiz ama dürüst diyorsunuz." şeklinde de bir açıklama getirdi sonuna...
Bu açıklamadan sonra sinirden kalkıp sınıftan çıkıp gitmek istedim (fakat devamsızlık yapmayı gözüm yemedi). Nasıl bir insan ahlâkın dinle başladığını düşünebilir? Bunu bir inanan olmasına bağladık diyelim. Peygamberlerin ve kitapların insanlar yozlaşmaya başladığı için gönderildiği söylenmiyor muydu? E bu insanlar kutsal kitaplar inmeden önce ahlâktan bihaber mi yaşıyorlardı? Adam öldürmenin, çalmanın, başkasının karısına sarkmanın makul görüldüğü anarşik bir dünya vardı da bizim haberimiz mi olmadı acaba? Antik Yunan'da filozoflar boşu boşuna mı adalet kavramını, iyiyi-kötüyü, doğruyu-yanlışı bu kadar tartıştılar? Bir toplumda yaşayan ve çıkarım yapma yetisi düzgün çalışan bütün insanların belirli bir zaman dilimi içerisinde kendilerine ait bir etik anlayışı oluşur. Din denilen şeyi bile duymamış ilkel kabilelerde bile ahlâk vardır, çünkü ahlâk düzenle alakalıdır. Bunu da bir dine tabi olsun olmasın herkesin kabul etmesi gerekir bence...
Öğleden sonra ise dersin sonunda hoca bize böceklerle ilgili uzunca bir belgesel izletti. Bu belgeseli açmadan önce böcek fobisi olan kimseleri düşünmemesi çok zoruma gitti. Ben çoğu böcekten feci hâlde korkarım ve aslında çok ilgi çekici olan bu belgeselin aşağı yukarı yüzde otuzunu izleyebildim. Gördüğüm onlarca lavradan sonra devamına şöyle bir göz atabilmemin bile mucize olduğunu düşünüyorum açıkçası. Neyse sorun ettiğim şey bu değil. Hoca rastgele bir öğrenciye en çok ilgisini çeken yerin neresi olduğunu sordu, kız da dürüstçe hiçbir yeri dedi. Böceklerden o da korkuyormuş şansa bakın ki. Bunu duyan hoca ise böcek korkusu anormal bir şeymiş gibi davranıp kıza laf etmeye başladı... Neymiş efendim çocukluğumuzda ailemiz "aha böcek, hemen ez!" demiş o yüzden korkmuş ezmişiz, daha sonra kırmızı başlıklı kız masalında kurt büyükanneyi yedi kızı da yiyecek diye kurttan korkmuşuz oduncu kurdu kesmiş, biraz büyüyünce okulda "baltalar elimizde, uzun ip belimizde, biz gideriz ormana hey ormana" şarkısını öğretmişler ağacı kesmişiz, sonunda da işe girince altımızda çalışanları "bunlar bizden küçük ezmeliyiz" diye düşünüp ezmişiz. Sabahki derste bahsettiği konu olmasa uzun zamandır duyduğum en saçma şey bu olmalı diye düşünürdüm... Karşı çıkma sebeplerime gelirsek:
1.Benim ailem bırak böcekleri ezmeyi, "o küçük, senden daha çok korkuyodur, bir şey yapmaz" diye alıştırmaya uğraştı yıllarca, eminim çoğu aile de aynı şeyi yapmıştır. Böceklere olan yaklaşım "hemen ezelim" değil "küçücük böcek n'apabilir ki" şeklindedir genellikle.
2. Kurttan korkmanın ormanda yaşayan biri iseniz yersiz olduğunu sanmıyorum. Kırmızı başlıklı kızın ninesinin ormanın derinliklerinde oturması her ne kadar saçma da olsa eğer ayıların bulunmadığı bir ormansa aç bir kurttan daha tehlikeli bir şey düşünemiyorum. Dolayısıyla ormancının da kurdu yarıp nineyi çıkartmasında kötü ya da zararlı bir yan göremiyorum.
3. Okulda "baltalar elimizde" şarkısının dışında -ki o şarkı aslında "Pamuk Prenses ve 7 Cüceler" masalındaki cücelerin madene giderken söyledikleri şarkıdır ormanlara zarar vermekle alakası yoktur- bir çok "ormanı sev yeşili koru" temalı şarkı öğretiliyor. Onlar bizi etkilemedi de bir tek bu şarkı mı etkiledi? Hem saçma hem yersiz... (Şahsen benim aklımda "tohumlar fidana, fidanlar ağaca, ağaçlar ormana dönmeli yurdumda" daha çok kaldı.)
Bir savı sağlam temellere oturtmaya çalışayım derken ancak bu kadar batılabilir. Ben böceklerden hâlâ korkuyorsam bundan ne ailem, ne okulum, ne de masallar suçludur; sadece küçükken beni sokan arılar, yiyeceklerimden çıkan karıncalar/kurtçuklar, ben uyurken yatağımda gezinen örümcekler, evi basan hamamböcekleri ve her daim vızıldayıp uyku bile uyutmayan sinekler sorumludur. Bu korkunun da ileride küçüklerimi ezme dürtüsüne yol açacağından oldukça şüpheliyim.
Aslında hocanın kapasitesi yettiğince kendini geliştirdiğine ve bize de elinden gelenin en iyisini sunmaya çalıştığının farkındayım. Ama öyle laflar sarfediyor ki dayanamıyorum. Yüzüne söylemem de benim açımdan pek hoş sonuçlar doğurmayacağı için buraya yazıyorum işte... Bu konuyu da burada kapatıyorum yoksa kaşınmaktan kıpkırmızı olacağım :)

9 Temmuz 2009 Perşembe

Din-siz?

Konuları hayatımdan seçmem sizi sıkıyor mu? Umarım sıkmıyordur. Yaz okulunda kredi doldurmak için arkadaşların tavsiyesi ile Cinsel Sağlık Bilgileri Eğitimi dersi aldım. Bu dersin başında dağıtılan anketteki ilk soru beni benden aldı uzaklara götürdü.... "İnançlı mısınız" sorusu ve karşısındaki "inançsızım","inancım zayıf", "inancım güçlü" şeklindeki seçenekler... Cinsellik ile inanç arasındaki bağlantıyı iyi-kötü anlıyorum. Fakat bu inançlara bu şekilde bir belirlenim koymak ne kadar doğru? Hangi seçeneğin bana uyduğu ya da verdiğim cevabın istenileni yansıtıp yansıtmadığı nereden anlaşılacak? Diyelim ki ben şeytana bütün varlığımla tapan bir satanistim. Peki bu anket sorusuna benim inancım güçlü diye mi cevap vermem gerekir yoksa inançsızım diye mi? Bir inanç var ortada ama bu ille "o" tanrı mı olmalı? Ya da misal ben Spinozacıyım, Tanrı benim için doğanın ta kendisi ve onun kendine ait bir iradesi yok. Benim inancım güçlü değil mi? Tanrı'nın iradesine inanmamam inancımın zayıflığını gösterir mi? Daha ilk sorudan ankete karşı beklentileri değişiyor insanın. Ben agnostiğim ve buna rağmen bu soruda hangi seçeneği işaretleyeceğim konusunda kararsız kaldım. Diğer yandan da cevapların aslında sadece 3 büyük dine karşılık sorulduğunu bildiğim için istenilen cevabı yazdım. Anketi hazırlayan zihniyetin ne kadar basmakalıp bir zihniyet olduğu belli. Din konusu sadece "Tanrı'ya inanmıyorum", "inanıyorum ama kitapta yazanları harfiyen uygulamıyorum", "inanıyorum ve kitapta yazanları uyguluyorum"dan ibaret değil. Fakat ilahiyat fakültelerinde bile (ilahiyatın diğer anlamı teoloji yani dinbilimi olmasına rağmen) öğretilen şeylerin tek bir dinin propogandasından ibaret olduğu bir ülkede ilkel beyinli insanların hazırladıkları bir anketten de fazla bir şey beklememeliyim herhalde... Sonuç olarak herkesin dini kendine, beni alakadar etmez. Ama insanların eksik yanlarını bu konuda bilgiliymiş gibi sunmaları bana dokunuyor. Bu arada ben mi ne cevap verdim? Hayal gücünüze bırakıyorum...

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Kadın-Erkek Sorunsalı

Bu seferki yazımda biraz sizden biraz bizden, en sevdiğim konu olan kadın-erkek ilişkilerinden bahsedeceğim. Belki biraz da özeleştiri yapacağım. Kardeşimle geçen gün sohbet ediyorduk. Bana sınıflarında kız olduğu ve olmadığı zaman hocaların nasıl davrandığını anlatıyordu. Belki bu bir sır değil, ama ben yeni yeni fark ediyorum erkeklerin kızlar karşısındaki tutumunun ne kadar farklı olduğunu... Erkekler kendi aralarında farklı organizmalar sanki... Etkileşim farklı oluyor herhalde. Yeri geliyor şaka niyetine ana avrat dümdüz sövüyorlar, yeri geliyor topluca oturup porno izliyorlar... Hiçbirisi de bu durumdan rahatsız olmuyor. Aynı insanlar aralarında bir dişi bulunduğu zaman ise bir anda farklı bir boyuta geçip birer centilmene dönüşüyorlar.
Doğumgününde Berk bu konuda yararlı bulduğum bir cümle sarf etti. Kelimesi kelimesine aktaramayacağım fakat genel olarak şöyleydi: "Bu kadar kişiyiz, aramızda bir tane kız var -ondan da çekineceğimden değil- ama bu kadar farklı kişi bir araya gelince sanki ortamda kız varmış gibi bir sohbet oluyor." Demek ki bu durum iletişim kopukluğundan kaynaklanıyor. İyi ama bu kopukluk neden ortaya çıkıyor? En başta erkekler mi kendilerini soyutladı, yoksa kızlar mı erkekleri saklamaya zorladı? Gidebileceğim en eski örnek herhalde filmlerde de örneklerini bolca gördüğümüz, toplandıkları yerin kapısına "Kızlar Giremez!" yazısı asan ufaklıklardır. Benim başıma da zamanında çok gelmişti, "Sen kızsın git!" diye beni kovan kuzenlerim ya da abim ve arkadaşları yüzünden beni aralarına almıyorlar diye ağlayarak eve koşmak... Bu örneklere göre sorunu ilk erkekler çıkartmış gibi görünse de bunun altında yatan başka bir problem olmalı.
Benim gördüğüm en kolay sebepler rahatça küfür edebilmek ve/veya cinsellikten çekinmeden bahsedilebilmek sanırım. Kızların çoğu yanlarında küfür edilmesinden hoşlanmıyor. Erkekler de mecburen bu ihtiyacı kızlardan kendilerini soyutlayarak kendi aralarındayken aşırıya kaçarak gideriyorlar. Cinsellik zaten popüler bir tabu üzerinde fazla durmama gerek olduğunu sanmıyorum. Yine çoğu kızın bilgisayar oyunları ya da spordan da hoşlanmadığı bir gerçek. Bu durum benim aklıma şöyle bir soruyu getiriyor: "Kızlar madem erkeklerin çoğu huyundan ya da sevdikleri şeylerden hoşlanmıyor, o zaman neden uzak durmayı kızlar değil erkekler seçiyor?" Erkekler uzak durarak aslında kızlara iyilik yapıyor bence. Bir yandan kendi bıkmışlıklarını bize şikayet etmek yerine kendi içlerinde gruplaşarak atıyorlar diğer yandan da istedikleri gibi davranma konuşma özgürlüğüne kavuşuyorlar. Kızlar ise sürekli şikayet ettikleri erkeklerin yokluğunda (artık değerini anlamak mı olur bu bilmiyorum) bir anda aslında hiç hoşlanmayacakları erkek gruplaşmasının içine girmeye can atıyorlar.
Eğer bu kadar meraklıysak erkekleri yapay olmak zorunda bırakmayalım derim ben. Beyaz atlı prens sendromundan kurtulup onları doğal halleriyle kabullenmeye ilgilendikleri şeylerle ilgilenmeye çalışalım. Hem karşı cinsi kişilik bozukluğuna uğramaktan kurtaralım, hem de daha olumlu ilişkiler geliştirebilmek için birer adım atmış olalım. (Bu yazıyı okuyan ve kendisini her küfrettiğinde uyardığım kardeşime selam eder abla-kardeş arasındaki saygının kadın-erkek ilişkilerinden muaf olduğunu belirtmek isterim.)
Umarım kafamdaki soru işaretlerinden bir kısmı bu yazıyı okuyanlara da bulaşır, karşı cinsle konuşurken iki defa düşünürler diyerek yazımı noktalıyorum. Esen kalın efenim...

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Modasal Felaket

Geçen gün Elif ile konuşurken uzun zamandır sinirimi bozan bir şey konusunda yalnız olmadığımı öğrendim. Sonunda bugün okula doğru yol alırken akşam blogumda bu konuyu deşmeye karar verdim. Bahsedeceğim şey şu: kollarına çanta görünümlü bavul takan kızlar. Her gün okula gidip geldiğimiz otobüs ya da dolmuşlarda sürekli bu insalık dışı yaratıklar tarafından tacize uğruyoruz. Moda adını verdiğimiz sürekli değişen illet, ucu bize dokunan bu görünümde ve kullanımda son derece çirkin şeyleri ortaya çıkarttı, yani bavul büyüklüğündeki tek kola takmalı çantalar. Bunların nasıl kullanılması gerektiğinden bi haber olan moda manyakları da her gün yolda, otobüste, kuyrukta bizi taciz etmeye başladı. Çantaları sanki onların değilmiş de bir başkasınınmış gibi 2metre ötede tutup, kime/nereye çarptığını farketmeden (ya da umursamadan, ben umursamadıklarını düşünüyorum) arkadaşlarıyla kakara kikiri sohbete dalan kız tipleri gün geçtikçe çoğalır oldu. Madem böyle kocaman bir çanta almak gafletine düştün, sahip çık arkadaşım! Çantanla bütünleş, kime çarptın kimi sıyırdın dikkat et... Hadi sırt çantası olsa neyse -aslında onu da silah olarak kullanan çok kişi var ama hadi çaktırmayalım- sırtındakinin neye dokunduğunu göremezsin arkanda gözün yok, ama bu bavullar kol için yapılıyor ve gözünün yettiği bir hizada yer alıyor. Sağında solunda ne olduğunu görmemen imkansız. Buna rağmen moda manyakları bu çantaları kullanmakta ısrar ediyor ve bizler bu modanın mağduru oluyoruz. Yapılan araştırmalara göre (yani dolmuşta saydığıma göre) 10 kızdan 6sı bu bavulumsu çantaları kullanıyor. Biz mağdurların sayısı da her geçen gün artıyor. Bu artışa bir dur denmeli, bavul çantalara hayır!

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Mutlu Son

Az önce School Days adındaki animeyi bitirdim. 12 bölümlük bu animenin en acayip kısmı son bölümüydü. İlk başta normal bir ecchi/romantik/komedi tadındayken yavaş yavaş karakterlerde bir psikopatlaşma başladı. (Çok karakter olduğu için isimlerle yazacağım yoksa işin içinden çıkamayacağım.)
Makoto her gün metroda gördüğü Kotonoha'ya aşık kızın haberi yok, kız buna aşık çocuğun haberi yok... Bunların arasını yapan kız, Sekai, aslında Makoto'ya aşık. Buraya kadar her şey normal. Eğer animeyi izlemek gibi bir niyetiniz varsa buradan sonrasını okumayınız, okursanız beni sorumlu tutmayınız ben uyarımı yaptım.
Asıl sorun bunlar çıkmaya başladıktan sonra oluyor. Kotonoha Makoto'yla ileri gitmek istemiyor erkeklerden korkuyor, Sekai de fırsattan istifade edip Makoto'ya sevgilisi için pratik yapma bahanesiyle yanaşıyor. Çocuk hangisinden daha çok hoşlandığını anlayamayacak kadar gerizekâlı. Sevgilisi oynaşmak istemiyor diye ondan kaçıp Sekai ile kırıştırıyor... İkisiyle de durum belli değilken ortaya başka bi kız çıkıp Makoto'yla yatıyor.

Makoto en sonunda Kotonaha'dan ayrılıyor ama o bunu kabullenemiyor. Psikopata bağlıyor telefonda sürekli bunla konuştuğunu hayal ediyor (bunu sonradan anlıyoruz, bir bakıyoruz telefon aslında kapalı ya da ulaşılamıyor). Artık Sekai'yi seçti diye rahatlayacağız sanıyorken bu çocuk okuldaki tüm kızlarla teker üçer yatmaya başlıyor. Bu da yetmezmiş gibi Sekai "Ben hamileyim" diyor ve bunu sınıfta dersin ortasında bağırarak söylediği için çocuğun yüzüne bir daha kimse bakmıyor, diğer kızlarla şansı kapanıyor. Makoto da benim suçum değil, biz daha öğrenciyiz ne yapacağız  diye panikliyor.
Makoto sorunlarla boğuşurken, yolda akli dengesini yitiren Kotonoha'yla karşılaşıyor. Kızın hâlini görünce kendi bencilliğini ve hatalarını anlıyor. Kotonoha'ya sarılıp özür diliyor, kız bir anda silkinip kendine geliyor. Her şeyi yoluna koyacağını düşünen Makoto Sekai'ye ben artık Kotonoha'ylayım hatta sana hastane de bulduk git çocuğu aldır diyor. Sekai de o zaman seni evde bekliyorum önemli bişey konuşacağım diyerek Makoto'yu yanına çağırıyor. Makoto gelince Sekai çay yapmaya mutfağa giriyor. Makoto'ya bir mesaj geliyor Sekai'den, özür dilerim yazıyor.Buradan sonrasını tahmin ettiğim için izlemek yerine çubuğu hızla ilerleterek gözden geçirdim. Çünkü korktuğum başıma geldi... Erdem'in bana anlattığı psikopat anime buydu. Eğer şu ana kadar uyarıları dikkate almayıp okuduysanız geri kalanı okumamanızı şiddetle tavsiye ederim, bütün anime burada yön değiştiriyor. Hızla geçtiğim ve Erdem'in anlattığı kadarıyla bildiğim yerleri toparlayarak anlatayım:
Sekai elinde bıçakla Makoto'nun arkasından geliyor, sonra bunu bir güzel parçalıyor biçiyor, kafasını kopartıyor. Ortalık kan gölüne dönüyor. Sonra Sekai Kotonaha'yı okulun terasına çağırıyor. Kotonoha bu arada her şeyden habersiz mutlu mesut Makoto'yla yat gezisi planları yapıyor. Akşam okulun terasında Sekai ile Kotonoha bir süre ağız dalaşı yapıyorlar en sonunda Sekai "O kadar istiyosan al yüzüne söyle" şeklinde bir çıkışla bavulvâri çantasını açıp çocuğun
Makoto'nun kafasını çıkartıyor. Kotonoha psikopat hâline geri dönüp Sekai'yi bir güzel öldürüyor. Sonra mı? Elinde çocuğun kafası ile yat gezisine çıkıyor. Son.
Evet
anime gerçekten böyle bitiyor. Ben dumurlardayım. Animenin altındaki yorumları okudukça daha da garip hissettim çünkü çoğu kişi oh iyi oldu, mutlu son, haketmişti gibi şeyler yazmış. Peki neden kimse bu kadar tatlı bir başlangıcı olduğu halde psikopat bir bitişi olduğundan yakınmamış? Tamam çocuğun yaptıklarını savunmuyorum, ama güzelim aşk hikâyesini karın deşen Jack'e çevirmek de ne oluyor? Ve insanlar buna nasıl mutlu son diyebiliyor? Hayatımda izlediğim en vahşet animeydi. Çünkü romantizmden bir anda dönüş yaptı. Kendimi buna hazır hissedemedim. Son bölümde kötü bir şeyler olacağı hissediliyor gibiydi fakat bu kadarını kimse beklemezdi herhalde.
İnsanların mutlu son anlayışları mı değişti? Mutlu son esas oğlanın esas kıza kavuştuğu, kötü her şeyin unutulduğu geleceğe odaklanıldığı son değil midir? Hani bazen öpüşme sahnesi ile biten, bazen kameranın gökyüzüne dönüşü ile biten insanın içini huzurla dolduran o son? İnsana demezler mi herkes psikopata döndü nerede bunda huzur diye? Yok arkadaşım yok, ben bu Japonların mizah anlayışlarını çözemeyeceğim. Vazgeçtim. Gecem de mahvoldu, şimdi gel de uyu uyuyabilirsen...

2 Mayıs 2009 Cumartesi

Alacakaranlığın Kazığı...

En sonunda şu herkesin bayıldığı Twilight filmini izledim. Filmin sonunda düşündüğüm şey " bu muymuş" oldu... Bu kadar sevilmesinin nedeni herhalde filmin kahramanının güya yakışıklı bir vampir olmasıdır. Neden insanlar karşı cins tarafından ısırılıp kanlarının içilmesini bu kadar harika buluyorlar? Sülükler de aynı şeyi yapıyor ama kimsenin onlar tarafından kanlarının emilmesini dört gözle beklediğini sanmıyorum. Karşı cinsin hayvansı cazibesine duyulan bu ihtiyaç nedir? Bir yanda romantizm isteyen kızların öbür yanda bir kan emici tarafından vahşice ısırılma isteği bir çelişki değil midir? Hadi erkekleri anlıyorum karşı cinste aradıkları çoğunlukla romantizm olmadığı için ama bu kızlar? Belki de istedikleri vampirin ısırığı değil uzun hayat tecrübesidir. Harika şatolarda kırmızı kadife perdeler gümüş şamdanlar kuyruklu piyanolar içindeki romantik yaşamdır aradıkları. Böyle bir çağda yaşamış olup günümüze geldiğinde de bu dönemdeki romantizmi beraberinde getirmiş oldukları inancıdır... Ama böyle bakıldığında da vampirin doğasına ters düşüyor romantizm. Vampir dediğin tüm duygularından ve ruhundan arınmış bir varlık değil midir? O zaman romantik vampir tam anlamıyla bulunmaz nimettir. Demek ki kızlar yine imkansızı ister, ulaşılamayanı... Bu vampirle aşk senaryolarını yazanlar da herhalde bunu düşünerek yazarlar. Sözüm kitaptan dışarı tabi, kitabı okumadım o yüzden ne kadar satış gayesi güdülerek yazıldığını bilemem. Şöyle bir baktığımda gördüğüm çoğu vampir filmine göre vasat kaldı bu film. Ne duygusal olarak tatmin edebildi beni ne de aksiyon açısından.. Hâlbuki vampirleri çok severdim ben? Büyüyorum galiba...